3 Temmuz sabahı, futbolseverlerin farklı bir sabaha uyanmasına neden olan şike operasyonu, Türkiye’de futbol tarihi açısından bir milat sayılıyor aylardır. Keşke hakikaten bir milat olsa, kendimi buna inandırmayı o kadar çok istiyorum ki…
3 Temmuz’daki o şok edici televizyon yayınlarını hatırlıyor, 4 Temmuz sabahı gazete bayilerinin raflarını süsleyen gazetelere tekrar göz atıyorum. O gün, nasıl bugünkü kadar ürkmediğime ürküyorum. Her yerden telefonlar alıyordum, “Neler oluyor, doğru mu bunlar?” içerikli. Ne söyleyebilirdim ki, nutkum tutuluyor, yutkunuyor ve sessiz kalıyordum. İddialar çok ciddi, suçlamaların eti kemiği yoktu. Bunun da ötesinde, korkunç bir bilgi kirliliği beynimize dikte ediliyor, her kafadan çıkan tüm seslerin ortak paydasına Fenerbahçe’nin ne kadar kirli oluşu yaftalanıyordu. Bu satırları yazarken gözümün önüne gelen sahneler, ünlü Amerikan dizisi Chuck’ta beynine yüklenen bir bilgisayar nedeniyle tüm datayı 3 saniyede görebilen bir ana karakteri anımsatıyor bana. Sanırım bu duyguyu daha iyi tanımlayamıyorum.
Operasyonun üzerinden tam 7 ay geçti. 3 Temmuz’un resmiyle bugünün arasında ise operasyonların gerçek amacının, tüm çıplaklığıyla kamuoyunun izlediği bir komedyaya dönüşmesi dışında pek bir fark yok. Şu an akıbeti tartışılan tek takım Fenerbahçe, akıbeti tartışılan, aylardır neden tutuklu yargılandığı bilinmeyen ve benim suçsuzluklarına inandığım yöneticiler grubu. Onların ailelerinin feryatları, “Neden?”, “Suçsuz oldukları kanıtlandıklarında bunun hesabı nasıl verilecek?” soruları…
Medyanın içinde bulunduğu durum ise bu komedyanın son perdesi. Bilgi kirliliğini bir nebze olsun ortadan kaldıran telefon görüşmeleri, nam-ı diğer “Tape”ler kamuoyuna sızdı(rıl)ğından bu yana insanların özel hayatlarının, fırsat düşkünlerinin ağızlarında mentollü bir sakıza dönüşmelerinin yanı sıra, aslında kamuoyu vicdanında temizliğe de yol açtı. Sıradan 2 kişinin konuşmalarını, sessel mimik, gülme gibi ana etkenler olmadığından ötürü kağıda döktüğünüzde, rahatça “Örgüt” anlamı çıkarabileceğiniz bir veri olan bu tapelerden bazıları, rüzgarın estiği yönden kamuoyunun damarlarına damarlarına enjekte edilirken, bazı tapeler ise, sosyal medyada yer bulduğu tabirle “Hasıraltı” edildi. Aslında başlı başına bu durum halimizin içler acısı olduğunun net bir göstergesi.
Ancak, İngiliz yazar Shakespeare’in buyurduğu gibi, gece hırsızın, ışık gerçeğin dostudur. Zaman geçtikçe ortaya yayılan ışık, yürütülen ve sistemli olduğuna gönülden inandığım operasyonun gerçekliğini ortaya çıkarma konusunda oldukça uzman. Zira hem Fenerbahçe’nin, küme düşmeyi meşru kılan 58. maddenin kesin surette değiştirilmemesini talep etmesi, hem de şu an tutuklu olarak cezaevinde bulunan ve birçok kez “Biz bir şey yapmadık, bunu hepiniz göreceksiniz. O nedenle herhangi bir iltiması kabul etmiyoruz” mesajı veren başkan Aziz Yıldırım ve yöneticilerin bu talepleri, yürütülen operasyonun ciddiyetini, bir türlü bulunamayan delillerle birlikte iyice küçük düşürmüştür. Ünlü Rus oyuncağı, tıpkı bir matruşka gibi, Fenerbahçe odaklı yürütülen operasyonun ilk gününde büyük bebek karşımıza kondu. Sonrasında adrese teslim tapelerle matruşkanın 2. parçasına ulaştık, operasyon gözümüzde bir kat daha küçüldü. Sonraki adım olan iddianamede, bir daha küçüldü, sonraki ek klasörlerle bir daha… Şu an operasyon bana göre matruşkanın son parçası kadar büyük, daha ne kadar küçülecek büyük merak içerisindeyim. Matruşkanın her parçası açıldığında küçülen operasyona tezat olarak, Fenerbahçe ve içeride bulunan yöneticilerin suçsuzluğuna duyduğum inanca olan inancım bir o kadar artmakta.
Öte yandan birçoğunun kaçırdığı bir diğer önemli nokta ise, Fenerbahçe taraftarlarının duyduğu tepkinin kaynağıdır. Çocukluklarının önemli bir kısmını oluşturan renkleri bu denli zan altında bırakan psikoloji bir yana, asıl damarlarına yapılan baskının çıkış kaynağı, ortada yürütülen bir operasyonun varlığı değil, daha çok davanın hukuki ve sportif anlamda kamu vicdanına uygun yürütülmemesi, adil davranılmamasıdır. Buna en iyi örnek ise, Fenerbahçe’nin, HALA mantıklı bir sebep gösterilmeksizin Şampiyonlar Ligi’ne gönderilmemesi ve potansiyel suçlu gösterilirken, diğer takımların bu mentaliteden nasibini almaması, ya da mecliste oylanan ve “Aziz Yıldırım Yasası” mahlasını alarak değiştirilen yasanın yürürlüğe girmesinin ardından, ismiyle paradoks oluşturur şekilde, diğer takım yöneticileri tahliye olurken Aziz Yıldırım’ın HALA içeride olmasıdır. Yoksa henüz başlamadan ciddiyetini kaybeden bir davanın varlığı değildir sorun sarı lacivertliler açısından.
İnsanlarımızın balık hafızalı olmasından faydalanan medyamız, her kullandığı kelimelerin milyonlara hitap ettiğini ve bu konudaki etkilerini hesaplamakta ne yazık ki hassas ol(a)mamıştır. Bu durumdan dolayı duyulan öfke ve oluşan “Anti-basın” hareketi, özellikle bu operasyonla daha da perçinlenmiş ve medyanın kendi ayağına sıktığı bir kurşun olarak kendini yaralamıştır. 4 Temmuz’daki gazetelerle, her gün okuduğum gazeteleri yan yana koyuyorum. Milyonların kafasında belli bir duyarlılık eşiği yaratan bu operasyon sonuna kadar da, en az operasyonu yürüten mekanizma kadar sorumluluk sahibi olması gereken medya ürünlerini, 4 Temmuz’la karşılaştırmaya da devam edeceğim. Ancak 14 Şubat’taki ilk duruşmanın başlamasına çok kısa bir süre kala, hala savunması alınmamış yöneticiler ve TFF kanadından, hala savunması alınmamış Fenerbahçe için bugün gazetelerde, HALA savunmayla ilgili tek bir kelime göremiyorsunuz. Odak HALA yalnızca Fenerbahçe ve onun düşürülmesi için kanaatin yeterli olmuş olması.
Fenerbahçeliler dibi görmüştür, 3 Temmuz’dan daha kötü hissedecekleri bir an olacağını düşünmüyorum. Ancak benim de milyonlarla paylaştığım duygulara paralel olarak, bu süreçte kendi ayakları üzerinde durarak bir anlamda camiasının da ayakta durmasına katkıda bulunan teknik direktör Aykut Kocaman’ın söylediği gibi, “Gerçeğin bir gün ortaya çıkma gibi kötü bir huyu vardır.” sözü, aklı selim herhangi bir spor severin en büyük dileğidir herhalde. Bu süreçte, medyanın en önemli misyonu ise, öncelik sırasında gazete tirajları ya da reytingler değil, doğru ve adil bir aktarım sağlanması olmalıdır. Aksi takdirde “Anti-basın” hareketi, katlanarak daha da büyür ve bu durum yine medyanın sonu olur. Ondan sonra da İspanya’da 1 günde okunan 2 milyon 749 bin 816 adet Marca gazetesine dudaklarımızı ısırarak imrenmek kaderimiz olur.
Necati Mete
1907 ÜNİFEB – Üniversiteli Fenerbahçeliler Birliği